Mürşid-i kâmil, kesbî ve vehbî ilim sahibi Seyyid Ahmed-i Çanevî’nin (kuddise sirruhû) nesilden nesle aktarılan bazı kıymetli hatıraları günümüze kadar ulaşmış ve halk arasında anlatılmaya devam etmektedir.
Çan Köyü’ne yakın bir köyümüzde adli bir hadise meydana gelir. Olayda, evli bir köylü, kendisine ait kümeste ölü bulunur. Ölen kişinin kardeşi, bu olayı köyden bir aileye isnat ederek şikâyette bulunur. Dönemin Şeriye Mahkemesi Muş vilayetinde olduğundan, dava oraya taşınır. Ancak olayın herhangi bir şahidi bulunmadığı için dava uzun süre sonuçlanamaz ve mahkemeden bir netice alınamaz. Bu belirsizlik, köy halkı arasında huzursuzluklara neden olur ve toplumu tedirgin eder.
Bingöl ile Muş arasındaki yaklaşık 130 kilometrelik mesafe, yaya olarak gidip gelmeyi oldukça zorlaştırır. Olay yeri Çan Köyü’ne yakın olduğu için, davacılar bu meseleyi sulh yoluyla çözmek adına Çan Köyü Medresesi’ne taşırlar.
Şeyh Ahmed Efendi ve medresedeki ulemalar, meseleyi dinledikten sonra bir kanaate varırlar. Şeyh Efendi, öncelikle maktulün kardeşine nasihat eder ve olayın sulh ile sonuçlanması gerektiğini belirtir. Şöyle der:
“Çevre cemaatin görüşüne kulak verin ve bu düşmanlığı sonlandırın. Bu düşmanlığın kimseye bir faydası yoktur. Suçlanan ailenin bu işle bir ilgisi bulunmamaktadır. Mahkemeye açtığınız davayı geri çekin. Bütün halkın kanaati bu yönde, eldeki karineler de bunu göstermektedir.”
Ancak davacı Muhammed, Şeyh Efendi’nin bu sözlerine sert bir tepki gösterir. Bulunduğu yerden öfkeyle kalkar ve cemaatin bulunduğu meclisi terk eder.
Bu karşılık üzerine, halimliğiyle tanınan Şeyh Efendi Hazretleri şöyle der:
“Allah (c.c.) sana hak ettiğin cezayı versin.”
Bir süre sonra, davacı Muhammed köyün yakınındaki bir ormanın içinde ölü olarak bulunur. İlahi takdirin bir tecellisi olarak, cesedine kurtlar musallat olur. Bu olay kısa sürede halk arasında yayılır. Hadisenin nasıl gerçekleştiğini kesin olarak bilmek zordur; ancak halim bir mizaca sahip olan Şeyh Efendi’nin bedduasının bu şekilde sonuç bulması dikkat çeker.
Anlaşılan o ki, salih zatlar da zaman zaman bedduada bulunabilirler.
Şeyh Ahmed Efendi’nin halifesi olan oğlu Şeyh Eyyüp Efendi, babasını şöyle anlatırdı:
“Çan’da büyük bir kalabalık vardı. Babam Şeyh Efendi, başına kırmızı bir fesi giymiş, üzerine beyaz bir sarık sarmıştı. Üzerinde uzun yeşil bir cübbe vardı ve elinde kehribar bir tesbihle cemaatiyle sohbet ediyordu. Ben ise içimden şöyle geçirdim:
‘Baba Efendi bugün çok şık olmuş, güzel giysiler giymiş. Böylesine kalabalık bir ortamda bu şekilde giyinmemeliydi...’
Babam, sanki içimden geçenleri duymuş gibi bana döndü ve şöyle dedi:
‘Eyyüp, dışarıdaki kişiye bir bak, ne demek istediğimi anlarsın.’
Bunun üzerine dışarı çıktım. Sırtında yünden örülmüş bir ceket bulunan, sağa sola yalpalayarak yürüyen birini gördüm. O anda anladım ki Şeyh Efendi Hazretleri bana şunu anlatmak istemişti:
Kibir ve gurur birer hastalıktır. Bu duyguların kaynağı şık giysiler ya da süslü cübbeler değildir. Asıl kaynak, şeytanın ve nefsin fısıltılarıdır. Güzel kıyafetler, tek başına kibir alameti değildir. Asıl mesele niyet ve kalpte olanlardır. Olayın ardından anladım ki Allah’ın yeryüzünde, insanlara yol gösterici olan salih ve ehli hâl kulları vardır. O an Rabbime hamd ve sena ettim.
(Kaynak: Şeyh Fahreddin Efendi)
Kardeşim, görünen odur ki nefis insana bir imtihan vesilesi olarak verilmiştir. Ve ancak bu imtihan sayesinde nefis terbiye edilip arındırılabilir. İnsan, nefsin arzularının çirkinliğini, boş ve batıl heveslerin peşinden gitmenin yanlış olduğunu idrak ederse, tıpkı Şeyh Eyyüp Efendi gibi, kendi nefsine gerekli nasihati vererek kusurlarını fark eder ve onu hizaya çeker.
Allah Teâlâ buyurur:
“Onlara nasihat et. Çünkü nasihat, müminlere elbette fayda verir.” (Zâriyât, 55)
Hulasa:
Evliyaullah’ın sözleri kıymetlidir. Onları okuyup rehber edinmek, Allah’ı tanıyıp sevmek yolunda önemli bir kılavuzdur. Bu yolla kişi, Resûlullah (s.a.v.)’in gerçek bir varisi olur ve Allah’ın sevgili kullarından olduğu herkes tarafından anlaşılır.
Buradaki olayda, Şeyh Eyyüp Efendi’nin babasını yalnızca giymiş olduğu şık İslami kıyafetler ve elindeki kehribar tesbihler sebebiyle içinden eleştirdiğini görmekteyiz. Ancak olayın derinliği, görünenden çok daha fazlasını öğretmektedir.
Çan’a yakın olan, Alevi komşularımızın ikamet ettiği Karer-Sağyan (Dallı Çay) köyünde yaşanan bir kan davasının barış yoluyla çözülmesi için Seyyid Ahmed Efendi, kendisine eşlik eden cemaatle birlikte köye teşrif eder. Alevi halkının, Şeyh Efendi’yi çok sevdikleri ve kendisine olan bağlılıklarının günümüzde dahi sürdüğü görülmektedir.
Dava sulh içinde sonuçlanınca, Şeyh Ahmed Efendi cemaatiyle birlikte geri dönerken, elinde bulunan dut ağacından kesilmiş süvari çubuğunu hatıra olarak yanlarına alırlar. Bir süre sonra cemaatten biri, bu yaş dal parçasını hatıra olarak toprağa diker. Allah’ın takdiriyle, kesilmiş olan o dut çubuğu yeniden filizlenir, büyür ve meyve veren bir dut ağacına dönüşür.
Bugün hâlâ yaşayan ve yaklaşık 200 yıllık olduğu rivayet edilen bu dut ağacı, halk tarafından Şeyh Ahmed Efendi’nin hatırası olarak ziyaret edilmektedir. Özellikle Alevi halkı, Şeyh Efendi’nin seyyid olmasından dolayı onu çok sever ve kendisine büyük hürmet gösterirmiş. O dönemde olduğu gibi bugün de bu sevgi ve saygının devam ettiği görülmektedir. Kardeşim şurada görülen Şeyh Ahmed Efendi hazretleri, Alevi komşularımızın aralarındaki kan davası sülhiyeti için, Şu köye gittiğini görüyoruz. Allahın selamı kendisine olsun.
Çan köyümüzden Seyda Molla Süleyman (nam-ı diğer Bezar), Seyyid Ahmed Efendi’nin şefkatini ve merhametini şu sözlerle anlatırmış:
“Babam vefat ettiğinde daha on yaşında bir yetimdim. O dönemde maddi durumumuz çok kötüydü. Köylülerden biri beni kendi küçükbaş hayvanlarına çoban olarak aldı. Kısa bir süre sonra Şeyh Ahmed Efendi durumumu öğrenmiş. Hemen beni dergâhtaki hücresine aldı. Bana ilk İslamî dersimi verdi, ardından yirmi beş kuruş gümüş para verdi. Başımı okşadı, beni öptü, gönlümü aldı ve şöyle dedi: ‘Süleyman, Allah’ın lütfuyla sen okuyup âlim olacaksın. Senin paran hiçbir zaman bitmeyecek ve inşallah maddi sıkıntı yaşamayacaksın.’”
Allah’ın lütfuyla ve Şeyh Efendi’nin duasının bereketiyle, Seyda Molla Süleyman Çan Külliyesi'nde eğitim aldı ve ilmini tamamladı. Kendisi, Şeyh Ahmed Efendi’nin rızık duasının tecellisi olarak, "Param hiçbir zaman bitmedi" diye anlatırmış.
(Aktaran: Şeyh Fahrettin ve aile büyükleri)
Molla Süleyman, Şeyh Ahmed Efendi’nin manevi evladı olarak görülürdü. Ailemiz içinde çok sevilen, imamlık hizmeti olan salih bir kişiydi. Ayrıca Çapakçur’da, Şeyh Eyyüp Efendi ve aşiretlerin kurduğu miliste öncülük etmiş, düşman Rus ordusuna karşı cansiperane bir şekilde savaşmıştır. Seyda, 1935 yılında vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti kendisine ve tüm varislerine olsun. Âmin.
Seyyid Ahmed Efendi, kalabalık bir cemaatle birlikte, Adaklı ilçesinin Karbaşan (Navru) köyünde ikamet eden halifesi Şeyh İsmail Efendi’yi ziyaret etmek üzere yola çıkar. Yol güzergâhında, Çan ve Fahran köyleri arasında yer alan ve "Kandil" adı verilen düz ve uzun merada, Fahranlı Seyda Abdulcelil ile karşılaşır. Seyda Abdulcelil bu karşılaşmayı şöyle anlatır:
“Şeyh Efendi’nin mübarek başını yukarıda gördüğüm an, hemen atımdan indim ve kendisini ziyaret ettim.”
Bu karşılaşmadan sonra, Karbaşan dönüşünde Seyda Abdulcelil, Çan’a gelerek Şeyh Efendi’yi tekrar ziyaret eder. Bu ziyaret esnasında Şeyh Ahmed Efendi ona halifelik icazeti verir. Seyda bu görevi kabul eder ve böylece tasavvuf yoluna dâhil olur.
(Aktaran: Babam Şeyh Fahreddin ve aile büyükleri.)
Seyda Abdulcelil Efendi, tasavvuf ruhu, ilmi ve hizmetiyle, halkın cehalet içinde bulunduğu bir dönemde din-i mübin-i İslam adına büyük hizmetlerde bulunmuştur. Salih bir zat olan Seyda’nın tüm evlatları medrese terbiyesiyle yetişmiştir. En önemli hizmetlerinden biri, cami ve medrese inşa ederek ilim tahsilini yaygınlaştırmasıdır. Şeyh Fahreddin Efendi, Seyda’nın ailesinden daima hayırla söz ederdi.
İlim ve tasavvuf kimi zaman tartışma konusu olmuşsa da, Seyda Abdulcelil Efendi bu yolda büyük mertebelere ulaşmış, bu sebeple Şeyh Ahmed Efendi’yi sık sık ziyaret etmiştir. Vefatı miladi 1895 yılına rastlamaktadır.
Allah’ın rahmeti onun ve tüm evlatlarının üzerine olsun. Âmin.
Seyda’nın en büyük oğlu, ilmi ve ameliyle zamanının önde gelen âlimlerinden Molla Muhammed Efendi’dir. Medrese mezunu olan Molla Muhammed, Arapça, Osmanlıca, Kürtçe ve Zazaca dillerine vakıftı. Tüyer (Mecanen) köyünde hiçbir ücret talep etmeksizin imamlık görevini yürütmüş, halka nasihatte bulunmuş, takva sahibi bir kişilik olarak tanınmıştır.
Birinci Dünya Savaşı döneminde, Çewlig’in Masala Deresi’nde kurulan, başında Şeyh Eyyüp Efendi’nin bulunduğu milis alayında yer alarak memleket müdafaasında bulunmuştur. Vefatı miladi 1921 yılı civarındadır.
Allah rahmet eylesin.
Seyda Abdulcelil Efendi’nin bilinen üçüncü oğlu Molla Arif’in kısa hayat hikâyesi ise şöyledir:
Birinci Dünya Savaşı arefesinde, Bingöl’den Çan’a doğru yola çıkan Molla Arif, yolda hastalanarak yere yığılır. İlahi takdirle, yoldan geçen bir atlı yolcu onu fark eder. Seyda, son nefeslerinde bu yolcudan rica ederek durumunu mutlaka Çan’daki Şeyhlere bildirmesini, kendisinin o yere defnedilmesini ister.
Haber biraz geç ulaşır. Çan’daki büyükler derhâl yola çıkıp Molla Arif’i vefat ettiği yerde defnederler. Mezarı, Çan köyünün yol güzergâhında olup bugün hâlâ halk tarafından ziyaret edilmektedir.
(Aktaranlar: Çan aile büyükleri, torunu Hacı Şerafeddin Günerigök ve Abdul Mukit Kırtay Hoca.)
Molla Arif’in vefatı yaklaşık miladi 1917 yılına rastlar.
Allah’ın rahmeti onun ve tüm varislerinin üzerine olsun. Âmin.
Bu olay, Birinci Dünya Savaşı’nın zorluklarının bölge halkı üzerindeki etkisini gözler önüne serer. Cenazenin taşınıp aile kabristanına götürülememesi, yaşanan dönemin çetin şartlarını ortaya koymaktadır. Bu sebeple Molla Arif’in vefatı, sadece bir kayıp değil, aynı zamanda ibretlik bir hatıradır.
El-Bâkî Hüve’l-Bâkî.
Seyyid Ahmed Efendi’nin vefatı, Çan köyü için adeta küçük bir kıyamet olmuştu. Köyde büyük bir kalabalık günlerce taziyeye devam etti. Bingöl halkı dünya işlerini bir kenara bırakmış, üzüntüden çalışamaz hale gelmişti. Efendi’nin ardından yaşanan taziye dönemi, bölge halkını derin bir hüzne boğmuştu.
Bu derin sessizlik ve matem içinde, ismini vermek istemediğimiz çevre âlimlerinden biri, Seyda Molla Abdulcelil’e şöyle der:
"Seyda, Efendi’nin ailesine ve müridlerine biraz da olsa nasihat edip teselli veremez misiniz?"
Seyda Abdulcelil Efendi, mecazî bir dille şu cevabı verir:
"Efendi, günlerce yağan yağmur Çan köyünün toprağını bataklığa çevirdi. Abdulcelil’in atı bir tek adım atacak hâlde değil. Kimin atı adım atacak durumda, koşabilecek hâlde ise, o kendi atını koştursun."
Bu sözler üzerine cemaatte bulunan herkes başını öne eğer, derin bir sükûta geçilir. Ve taziye, sonuna kadar bu sessizlik içinde devam eder.
Bu olay bizlere, o dönemin insanlarının ne kadar saygıdeğer, olgun ve tevazu sahibi olduğunu göstermektedir.
Şeyh Ahmed Efendi Hazretleri, tasavvuf yolunda irşad için Bingöl’ün Sancak Nahiyesi’ne (Lek) bağlı Çimenli köyüne doğru yola çıkar. Nahiye halkı, onun gelişini önceden haber almış ve heyecanla beklemeye koyulmuştur.
Efendi, köye ulaştığında müridleriyle hasret giderir. Ardından zikir ve hatme halkası yapılır. Sohbetler edilir, dualar edilir. O esnada bahar mevsiminin getirdiği yeşilliklerle adeta bir cennet manzarasına bürünen ova karşısında, Şeyh Ahmed Efendi şöyle der:
“Ya Rabbel Âlemin! Kadir ve Hâkim olan Zât-ı Âlîniz bu ovayı ne kadar güzel, ne kadar harikulade yaratmışsınız. Zât-ı Âlînize hamd-ü senalar olsun.”
Bu sözler üzerine, ovanın sahibi Hüseyin Ağa’nın babası Tayyar Ağa, Şeyh Efendi’nin övgüsüne mazhar olan ovanın yarısını kendisine hibe etmek ister.
Şeyh Efendi, Tayyar Ağa'nın bu samimi niyetine teşekkür eder, dua eder; fakat bu hibeyi kabul etmez. Tayyar Ağa ısrar edince, Şeyh Efendi elindeki tesbihi kaldırır ve cemaatine göstererek şöyle der:
“Benim şu fani dünyadaki malım, mülküm işte bu tesbihimdir. Bana bağışlanmış bu mülk bana yeterlidir. Eğer hakkından gelebilirsem ne âlâ.”
Allah’ın selameti, bereketi ve mağfireti Şeyh Efendi’nin üzerine olsun. Tayyar Ağa’ya, oğlu Hüseyin Ağa’ya ve onların tüm evlatlarına da rahmet ve mağfiret olsun. Âmin.
Seyyid Ahmed Efendi Hazretleri, cemaatiyle birlikte Karlıova’nın Halifan köyüne, halifesi ve seçkin bir zat olan Seyda Bayazıt Efendi’yi ziyarete gider. Halifan’ın ileri gelenleri, Seyyid Ahmed Efendi’ye büyük bir sevgi ve hürmet gösterirler.
Ziyaret sona erip dönüş vakti geldiğinde, aynı aile Efendi’yi yine aynı hürmetle uğurlar. Kafile Aynik köyüne doğru ilerlerken, Şeyh Efendi birden geri döner. Bu durumu gören Halifan eşrafları, dönüşün sebebini merak eder.
Şeyh Efendi, su kenarındaki mezarlığa yönelir, atından iner ve geçmişi bilinmeyen bir mezarın başında oturarak Kur’ân-ı Kerim okur, dua eder.
Cemaatten biri, kabrin kime ait olduğunu sorar. Şeyh Ahmed Efendi, bu mezarda salih bir zatın yattığını söyler.
(Aktaran: Halifanlı Şeyh Halid Efendi’nin oğlu, mütevazı kişiliğiyle tanınan Şeyh Sıddık Efendi)
Yüce Allah’ın rahmeti ve mağfireti bu salih zata, Şeyh Efendi’ye ve tüm ehli imana olsun. Âmin.
Bu kıssa bizlere tasavvuf büyüklerinin kalp gözlerinin ne denli açık olduğunu, vefat etmiş salih kullarla bile kalben ve ruhen irtibat halinde olduklarını göstermektedir. Ulemalar ve salih zatlar, kabristan ziyaretlerine büyük önem verir, sık sık kabirleri ziyaret ederler.
Bu vesileyle, ehli hikmetin şu sözünü hatırlıyoruz:
“Siz bir toplumu ziyaret ettiğinizde, onların vefat etmiş salihlerini de ziyaret ediniz.”
Şeyh Ahmed Efendi’nin evinden, köyün su kaynağı olan Omuran Çeşmesi oldukça uzaktaydı. Dönemin şartları dikkate alındığında, bu uzaklıktan su getirmek oldukça zahmetli ve meşakkatliydi. Çeşme, hem sarp bir yamacın ardındaydı hem de ulaşımı zordu.
Şeyh Efendi Hazretlerinin hanımı Belkısa Hanım, bir gün kendisine cami ve medresede akan suyun fazla olduğunu, bu suyun boşa aktığını söyler ve bu sudan eve bir musluk bağlanmasını rica eder.
Ancak Şeyh Efendi, cami ve medreseye tahsis edilmiş bu suyun eve alınmasını uygun görmez ve bu isteğe izin vermez. Ardından istihare namazı kılar. Ertesi gün, evin hemen yanında, çöplerin atıldığı alanın kazılmasını ister.
Yüce Allah’ın izni ve Şeyh Efendi’nin duasının kabulüyle, kazılan yerden su fışkırır. Evin sadece otuz metre ötesinde çıkan bu kaynak, bugün hâlâ akmakta olup “Efendi Çeşmesi” olarak bilinmektedir.
Allah, bu güzel niyete vesile olan Şeyh Efendi’ye rahmet eylesin, makamını âli eylesin. Âmin.
Seyyid Şeyh Ahmed Efendi’nin şeyhi olan Aliyu’s-Sebtî Hazretleri, hayatının son döneminde ağır hastalıklarla imtihan olmuştur. Şeyhinin vefatı üzerine, Şeyh Ahmed Efendi kendisine büyük hürmet duyduğu bu zatın taziyesine gitmiştir.
Taziye sırasında, Murat Nehri kenarında abdest ihtiyacını giderdikten sonra dostlarıyla sohbet etmeye başlar. Tam o esnada, yukarı tarafta bir çocuk taşkın suya düşer. Annesinin feryat ederek yardım istemesi üzerine, Şeyh Efendi çocuğun suyla birlikte akıntıda kendisine doğru gelmesini bekler. Akıntı çocuğu yaklaştırınca “Bismillah” diyerek elini suya uzatır ve çocuğu kurtarır.
Bu olaya şahit olanlar, bu vakadan çok etkilenir ve Şeyh Ahmed Efendi’ye “Denizin altındaki balık” anlamında bir lakap takarlar. O günden bu yana hâlâ bazı insanlar kendisinden “Şeyh Ahmed Mase Behruno” diye söz ederler.
Şeyh Sıddık Efendi ve onun yanında ders alan, Şeyh Süleyman Efendi’nin torunu Şeyh Ziyaddin Efendi’den aldığım bilgilere göre, Seyyid Ahmed Efendi Hazretleri, Bingöl’ün Kur köyüne, manevî kardeşi Şeyh Süleyman Efendi’nin daveti üzerine ziyarette bulunur.
Bu saygın ailenin misafiri olan ceddimiz, köy halkı tarafından büyük bir ilgi ve hürmetle karşılanır. Ancak gece vakti, cemaatten birine ait bir at, ipini kopararak Kur köyü sakinlerinden birinin buğday tarlasına girer ve tarlaya ciddi zarar verir.
Bu durum üzerine tarla sahibi bazı nahoş sözler sarf eder. Şeyh Süleyman Efendi, bu sözlerden ve Şeyh Ahmed Efendi’ye gösterilen saygısızlıktan çok üzülür. Ardından şöyle der:
“Bundan sonra ben bu köyde kalamam.”
Durumu telafi etmek isteyen Efendiler bir heyet göndererek köylünün zararını fazlasıyla karşılar. Bu olay üzerine, Şeyh Süleyman Efendi, Seyyid Ahmed Efendi ile yaptığı istişare neticesinde Sancak nahiyesinin Uzunsavat köyüne taşınır ve orada ikamet etmeye başlar.
Bugün Şeyh Süleyman Efendi Hazretleri’nin Uzunsavat’a yerleşmesinin sebebi olarak bu olay anlatılır. Mümtaz insan Şeyh Süleyman Efendi’nin ruhu şâd, makamı âlî olsun. Duaları üzerimize olsun. Âmin.
Aziz kardeşlerim, buradan da görüyoruz ki; ceddimiz, kutlu davalar uğruna Çapakçur’un dört bir yanına gitmiş, hizmette bulunmuştur. Rabbim hepsinin derecelerini âli eylesin. Âmin.
Seyyid Ahmed Efendi, Mergimir Yaylası’nda bulunduğu bir vakitte, başta mümtaz zatlardan Şeyh Mahmud Efendi olmak üzere Melakan şeyhlerinden oluşan kalabalık bir cemaat tarafından ziyaret edilir. Cemaat, hücrede namazlarını kıldıktan sonra abdest almak için talebelerin havuzuna doğru ilerler. Bu sırada Şeyh Mahmud Efendi, amcamız Şeyh Eyyüb Efendi ile birlikte ceddimize dönerek şöyle der:
“Allah’a malumdur, ben dünya malına düşkün biri değilim, bunu Şeyh Efendi Hazretleri daha iyi bilir. Ancak çevremizdeki Menejkut halkı, sık sık Şeyh Abdullah Efendi Hazretleri'nin ailesini ziyaret eder. Ne var ki, ailenin maddî durumu gelen misafirleri ağırlamaya elverişli değil. Arzumuz, Şeyh Efendi Hazretleri bu hususta dua buyursun.”
Bu içten talep üzerine ceddimiz ellerini kaldırır ve şöyle dua eder:
“Yâ Rabbel âlemin! İzzet ve kerem dergâhından Şeyh Mahmud’a yeterince rızık ihsan eyle. Onu misafirlerine karşı mahcup etme.”
Bu duayı işiten Hava Hanım ninemiz, Şeyh Ahmed Efendi’ye yalvararak şöyle der:
“Efendi, Allah’ını seversen, oğlum Eyyüb’e de aynı duayı et.”
Ceddimiz de ona cevaben:
“Allah oğluna da versin,” diyerek dua eder.
Kıymetli okuyucum, bu olayı defalarca babam Şeyh Fahreddin’den dinledim. İlâhî takdir gereği, hem Şeyh Mahmud Efendi hem de amcamız Şeyh Eyyüb Efendi, dünya hayatlarında maddî bir sıkıntı yaşamamış, hatta bir nebze de olsa şöhretli bir hayat sürmüşlerdir.
Aziz kardeşlerim, bu olaydan şunu açıkça görüyoruz ki; Allah Teâlâ, kendisine dost olan salih kullarının dualarına icabet eder. Rabbim bizleri de o dost kullarının dualarından mahrum bırakmasın ve bizleri, o çetin mahşer gününde salihlerle beraber haşretsin. Âmin.
Seyyid Ahmed Efendi dedemiz, vefatından önce âdeta ölümünü hissedercesine, ailesine veda eder gibi bazı nasihatlerde bulunur ve önemli vasiyetler eder. Bu kıymetli nasihatleri, babam Şeyh Fahreddin, amcası Şeyh Eyyüb Efendi’den bizzat dinlediğini aktararak bize ulaştırmıştır.
Ceddimizin bizlere bıraktığı bu vasiyet şöyledir:
“Zaman değişecek, sizler yeni şeylere şahit olacaksınız. Benim size vasiyet niteliğinde söylediklerimi asla unutmayın. Bizler tasavvuf yolunun varisleriyiz, bu yolu ve tedrisatı hiçbir zaman terk etmeyin. Dünya hayatınızı sürdürmek için tüm dünyevi işlerinizi kendi elinizle yapın. Kimseye muhtaç olmamaya gayret edin ve şahıslara hizmet etmeyin. Kızlarınızı her aileye vermeyin. Hanımlarınız dışarıda çalışmasın. Unutmayın, bizler köklü ve makul bir aileden geliyoruz.”
Bu sözlerin derinliğini ve önemini bugün daha da iyi anlıyoruz. Ceddimizin bu vasiyeti hem şer’î hem de ahlâkî açıdan çok değerlidir ve üzerinde hassasiyetle durulması gerekir. Çünkü temiz, iffetli bir neslin temeli; doğru bir aile yapısıyla, bilinçli bir evlilikle atılır.
Seyyid Ahmed Efendi’nin mübarek ruhu şad, makamı cennetu’l-a‘lâ olsun. Rabbim bizleri tasavvuf ehlinin izinden ayırmasın. Âmin.
Yâ Rabbel Âlemin! Şu mübarek Ramazan ayında ettiğimiz tüm duaları dergâh-ı izzetinde kabul eyle. Geri çevirme. Aziz ve Kerîm olan yalnız Sensin. İsmi Âzam’ın hürmetine, Âmin.
Seyyid Ahmed Efendi ceddimiz, vefatından önce mecazi bir üslupla Çapakçur halkına yönelik bazı eleştirilerde bulunur. Bu konuşmasını olduğu gibi aktarıyorum:
“Bir tüccar, çok kıymetli ipekten dokunmuş bir top kumaşı Çapakçur diyarına pazarlamaya getirir. Tüccar, kumaşını öve öve bitiremez, satılmasını da çok ister. Fakat bu ipek kumaştan yalnızca iki metre satabilir.”
Bu anlatımda geçen “kumaş”, mecazi olarak halifeliği temsil etmektedir. Burada ifade edilen, Şeyh Efendi’nin bu manevi kumaştan yalnızca iki metre, yani iki kişiye “halifelik” vermiş olmasıdır: Bunlardan biri oğlu Şeyh Eyyüb Efendi, diğeri ise Seyda Abdulcelil Efendi’dir.
Ceddimizin bu veciz anlatımı, onun yerinde ve incelikli bir eleştirisidir. Zira bilindiği üzere, Seyyid Ahmed Efendi’nin Çapakçur dışında tam yedi halifesi bulunmaktadır. Bu durum, onun ilim ve tasavvuf yolundaki rehberliğinin geniş çevrelerde ne denli kabul gördüğünün açık bir göstergesidir.
Ceddimizin bu ince ve anlamlı eleştirisini anlamak, onun hikmetli sözlerinden ders çıkarmak bizlere düşer. Rabbim mekânını cennetin en yüce dereceleri eylesin. Âmin.
Elde edilen bilgilere göre, Bingöl ilimizin çevresinde yaşayan salih bir seydamızdan şu kıssa rivayet edilmiştir. Onun anlattıklarını aynen aktarıyorum:
“Gecenin birinde, kalabalık bir cemaatle oturmuş sohbet ediyorduk. Sohbet sırasında Şeyh Ahmed Efendi hakkında bazı nahoş, yakışıksız eleştirilerde bulunduk. O gece, çok dehşetli bir rüya gördüm.
Rüyamda, Çan yakınlarından geçerken bir anda şiddetli bir ses işittim. Ardından yerin sarsıldığını, büyük bir depremin meydana geldiğini hissettim. Tam o sırada bir kartal tarafından saldırıya uğradım. Kendimi korumak için bir ağacın arkasına saklandım, ancak kartaldan bir türlü kurtulamıyordum. Sürekli ağacın bir yanına, sonra diğer yanına geçerek kendimi savunmaya çalışıyordum.
Korku içinde ağlamaya başladım ve şöyle seslendim: ‘Şeyh Efendi! Vallahi ben senin hakkında kötü bir şey söylemedim, haddimi aşmadım. Cemaatteki diğerleri konuştu.’
Uyandıktan sonra bu rüyamı, o gece sohbet halkasında bulunanlara aynen anlattım. Hepimiz çok etkilendik, büyük bir pişmanlık yaşadık ve Şeyh Ahmed Efendi Hazretleri hakkında yaptığımız saygısızlıktan ötürü Allah’tan af diledik.”
Bu hadiseden açıkça görülüyor ki; Allahu Teâlâ, hata eden salih kullarını rüyalarla, hislerle ya da başka yollarla ikaz eder. Bu da bize, büyük zatlar hakkında konuşurken ne kadar hassas olmamız gerektiğini bir kez daha gösteriyor.
Rabbim bizleri, söz ve davranışlarımızda edep ve hikmetten ayırmasın. Âmin.
Bingöl’ün Adaklı ilçesinde, Sevkar’da kendisinin yanında eğitim gördüğüm Seydam Molla Abdulhakim’in bizlere anlattığı bir hatırayı sizlere naklediyorum:
Şeyh Ahmed Efendi’nin Sevkar’da, Sofi Sevdin adında bir müridinin dört dönümlük ekilmiş darı tarlası varmış. Sofi Sevdin, bir yere giderken her zaman darı tarlasının nöbetini ya Şeyh Ali Efendi’ye ya da kendi şeyhi olan Şeyh Ahmed Efendi’ye teslim eder, o şekilde yola çıkarmış.
Bir cuma günü de, her zamanki âdeti üzere, nöbeti Şeyhine bırakarak Cuma namazına gitmiş. Ancak o gün, Sofi Sevdin’in darı tarlası domuzların istilasına uğramış ve bu durum nedeniyle Sofi, Şeyh Ahmed Efendi’ye küsmüş ve bir daha onunla konuşmak istememiş.
Şeyh Efendi, Sevkar’a doğru yol alırken Sofi Sevdin’i sorar. Sevkar halkası da “Efendi, müridin senden küsmüş” demiş. Bunun üzerine Şeyh Efendi, Sofi’yi çağırmış ve o da gelmiş. Efendi, esprili ve latifeli bir dille sofiye şöyle demiş:
“Sofi Sevdin, sen Cuma günü tarla nöbetini bana bıraktın ama o gün benim de işlerim vardı. Cuma’da cemaate namaz kıldırdım, hutbe okudum. O yoğunlukla seni hiç aklıma getiremedim, yoksa Allah’tan sana dua ederdim.”
Bunun üzerine Sofi Sevdin, Şeyh Ahmed Efendi’ye şöyle demiş:
“Ya Efendi, vallahi bunlar benim de hatırımda değildi. Onun için ben senden küsmüştüm.”
Ve hemen orada, Sofi Sevdin ile barışmışlar. Şeyh Efendi, Sofi Sevdin’e bir miktar para verir ve ona olan rahmetiyle ona iyilik yapar.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti, tüm Sevkar halkına olsun. Kişi sevdiğiyle beraber haşr olsun.
Bingöl’ün Adaklı ilçesinde, Sevkar’da kendisinin yanında eğitim gördüğüm Seydam Molla Abdulhakim’in bizlere anlattığı bir hatırayı sizlere naklediyorum:
Şeyh Ahmed Efendi’nin Sevkar’da, Sofi Sevdin adında bir müridinin dört dönümlük ekilmiş darı tarlası varmış. Sofi Sevdin, bir yere giderken her zaman darı tarlasının nöbetini ya Şeyh Ali Efendi’ye ya da kendi şeyhi olan Şeyh Ahmed Efendi’ye teslim eder, o şekilde yola çıkarmış.
Bir cuma günü de, her zamanki âdeti üzere, nöbeti Şeyhine bırakarak Cuma namazına gitmiş. Ancak o gün, Sofi Sevdin’in darı tarlası domuzların istilasına uğramış ve bu durum nedeniyle Sofi, Şeyh Ahmed Efendi’ye küsmüş ve bir daha onunla konuşmak istememiş.
Şeyh Efendi, Sevkar’a doğru yol alırken Sofi Sevdin’i sorar. Sevkar halkası da “Efendi, müridin senden küsmüş” demiş. Bunun üzerine Şeyh Efendi, Sofi’yi çağırmış ve o da gelmiş. Efendi, esprili ve latifeli bir dille sofiye şöyle demiş:
“Sofi Sevdin, sen Cuma günü tarla nöbetini bana bıraktın ama o gün benim de işlerim vardı. Cuma’da cemaate namaz kıldırdım, hutbe okudum. O yoğunlukla seni hiç aklıma getiremedim, yoksa Allah’tan sana dua ederdim.”
Bunun üzerine Sofi Sevdin, Şeyh Ahmed Efendi’ye şöyle demiş:
“Ya Efendi, vallahi bunlar benim de hatırımda değildi. Onun için ben senden küsmüştüm.”
Ve hemen orada, Sofi Sevdin ile barışmışlar. Şeyh Efendi, Sofi Sevdin’e bir miktar para verir ve ona olan rahmetiyle ona iyilik yapar.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti, tüm Sevkar halkına olsun. Kişi sevdiğiyle beraber haşr olsun.